4 Temmuz 2009 Cumartesi

Geceleyin

Gömülmek geceye. Bazan düşüncelere dalmak için baş eğilir ya, işte öyle, düpedüz gömülmüş olmak geceye. Çepeçevre insanlar uyumaktadır. Ufak bir oyunculuk, masum bir kendini aldatış, sanki evlerde uyumaktadırlar, sağlam yataklarda, sağlam çatılar altında, döşekler üzerinde boylu boyunca uzanmış ya da büzülmüş,çarşaflar içinde,yorganlar altında, gerçekte biraraya gelmişlerdir, o bir vakitler ve sonraları olduğu gibi çöl bir yerde,açıkta bir konak,sayılamıyacak kadar insanlar, bir önder, bir kavim, soğuk bir gök altında, soğuk topraklar üzerinde, önce ayakta, şimdi savrulmuş yerlere, alınırlar kollar üzerine bastırılmış, yüzler yere doğru, sakin soluyarak. Ve sen uyanık durursun, nöbetçilerden birisin, yanıbaşındaki çalı çırpı yığınından yanan bir odun parçasını sallıyarak sana en yakınını bulursun. Neden uyanıksın? Birinin uyumaması gerekiyor işte. Birinin olması lazım.

Franz Kafka

Önemli Olan Burada Kimin Yaşadığı Değil

Önemli olan burada kimin yaşadığı değil
kimin öldüğü
ne zaman öldüğü değil
nasıl öldüğü
büyük insanların tanınmışları değil
adı sanı duyulmadan ölenleri önemli
ülkelerin tarihleri değil
insanların yaşamları önemli
masallar düşlerdir
yalanlar değil
ve insanlar değiştikçe
gerçeklerde değişir
ve gerçekler durağanlaştığında
işte o zaman insanlar ölecekler
ve
böcek, ateş
ve seller
gerçek olacaklar...

Charles Bukowski

Ölüme Dair

Buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz.
Biliyorum, ben uyurken
hücreme pencereden girdiniz.
Ne ince boyunlu ilâç şişesini
ne kırmızı kutuyu devirdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
başucumda durup el ele verdiniz.
Buyrun oturun dostlar
hoş gelip sefalar getirdiniz.

Neden öyle yüzüme bir tuhaf bakılıyor?
Osman oğlu Hâşim.
Ne tuhaf şey,
hani siz ölmüştünüz kardeşim.
İstanbul limanında
kömür yüklerken bir İngiliz şilebine,
kömür küfesiyle beraber
ambarın dibine...

Şilebin vinci çıkartmıştı nâşınızı
ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınız
simsiyah başınızı.
Kim bilir nasıl yanmıştır canınız...
Ayakta durmayın, oturun,
ben sizi ölmüş zannediyordum,
hücreme pencereden girdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
hoş gelip sefalar getirdiniz...

Yayalar-köylü Yakup,
iki gözüm,
merhaba.
Siz de ölmediniz miydi?
Çocuklara sıtmayı ve açlığı bırakıp
çok sıcak bir yaz günü
yapraksız kabristana gömülmediniz miydi?
Demek ölmemişsiniz?

Ya siz?
Muharrir Ahmet Cemil?
Gözümle gördüm
tabutunuzun
toprağa indiğini.

Hem galiba
tabut biraz kısaydı boyunuzdan.
Onu bırakın Ahmet Cemil,
vazgeçmemişsiniz eski huyunuzdan,
o ilâç şişesidir
rakı şişesi değil.
Günde elli kuruşu tutabilmek için,
yapyalnız
dünyayı unutabilmek için
ne kadar çok içerdiniz...
Ben sizi ölmüş zannediyordum.
Başucumda durup el ele verdiniz,
buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz...

Bir eski Acem şairi :
"Ölüm âdildir" - diyor, -
"aynı haşmetle vurur şahı fakiri."

Hâşim,
neden şaşıyorsunuz?
Hiç duymadınız mıydı kardeşim,
herhangi bir şahın bir gemi ambarında
bir kömür küfesiyle öldüğünü?...

Bir eski Acem şairi :
"Ölüm âdildir" - diyor.
Yakup,
ne güzel güldünüz, iki gözüm.
Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir...
Fakat bekleyin, bitsin sözüm.
Bir eski Acem şairi :
"Ölüm âdil..."
Şişeyi bırakın Ahmet Cemil.
Boşuna hiddet ediyorsunuz.
Biliyorum,
ölümün âdil olması için
hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz...

Bir eski Acem şairi...
Dostlar beni bırakıp,
dostlar, böyle hışımla
nereye gidiyorsunuz?

Nazım Hikmet

2 Temmuz 2009 Perşembe

Şair Kemal Özer, geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti. 74 yaşındaki Özer, İkinci Yeni akımıyla başladığı şiir serüveninde toplumcu gerçekçiliğe yönelmiş, sayısız özgün eser vermişti.



Kemal Özer (1935-)
Babası demiryollarında çalışan bir makinist olan Kemal Özer, İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyat Bölümü’ne devam etti ancak tamamlayamadı. Kim ve Varlık dergileriyle Cumhuriyet gazetesinde düzeltmen olarak çalıştı. Ardından yayıncılığa başlayarak Uğrak Kitapevi’ni kurdu. 1965-70 arası ‘a’, 1972′de ise ‘Yeni a’ dergilerinin yayın kurulunda bulundu. 1983 ile 1990 yılları arasında Varlık dergisinde genel yayın danışmanlığı yaptı.

İlk şiirleri, Ankara’da bulunduğu 1951′li yıllarda, ‘Harika’ dergisinde çıktı. Kemal Özer’in, aynı yıllarda ‘Seçilmiş Hikayeler’ ve ‘Dönem’ dergilerinde hikayeleri yayınlanmış olsa da Kaynak, İstanbul, Şairler Yaprağı, Yenilik, Pazar Postas veı a dergilerindeki şiirleriyle edebiyat camiasında adından söz ettirmeye başladı. Şiirdeki ilk yıllarında modernist bir akım olan ‘İkinci Yeni’nin şair ve yazarlarını biraraya toplayan ‘a’ dergsinin kuruluşunda yer alarak biçimci ve kapalı bir anlayış oturtan Özer, daha sonraki yapıtlarında toplumcu gerçekçi bir çizgi izleyerek güncel ve toplumsal konulara yöneldi.

Sevda, barış, özgürlük temalarını ele alarak evrensel bir kimlikte yaşanan güncel olaylara tanıklık ve sorgulama egemendir.

Aldığı ödüller

1976 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü: Sen de Katılmalısın Yaşamı Savunmaya
1982 Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü : Kimlikleriniz Lütfen
1991 Yunus Nadi Şiir Ödülü : İnsan Yüzünün Tarihinden Bir Cümle
1993 Ferit Oğuz Bayır Düşün ve Sanat Ödülü:Bir Adı Gurbet
1999 Damar Dergisi Edebiyat Emek Ödül
2000 Truva Kültür ve Sanat Ödülü
2001 Dionysos Şiir Ödülü

Şiir kitapları

Gül Yordamı (1959)
Ölü Bir Yaz (1960)
Tutsak Kan (1963)
Kavganın Yüreği (1973)
Yaşadığımız Günlerin Şiirleri (1974)
Sen de Katılmalısın Yaşamı Savunmaya (1975)
Geceye Karşı Söylenmiştir (1978)
Kimlikleriniz Lütfen (1981)
Araya Giren Görüntüler (1983)
Sınırlamıyor Beni Sevda (1985)
İnsan Yüzünün Tarihinden Bir Cümle (1990)
Bir Adı Gurbet (1993)
Oğulları Öldürülen Analar (1995)
Onların Sesleriyle Bir Kez Daha (1999)

Toplu basım şiirler

Çağdaş ve Boyun Eğmeyen (1985)
XX. Yüzyıldan Duvar Kabartmaları 1-2 (2000)

Öykü kitabı

Baba ile Kız (1999)

Deneme kitapları

Umut Edebiyatı Yedi Canlıdır (1992)
Acı Şölen (1992)
Gün Olur Söze Yazılır (1992)
Yaşadığımız Günlerin Yazıları (1996)
“Benim Ellerimi Al, Benim Gözlerimi Kullan” (1999)
Bendeki Görüntüler (2000)
Şiiri Sorgulayan Yazılar (2000)

Anı kitabı

İkinci Yeni’den Toplumcu Şiire (1999)

Gezi kitapları:

Güldeki Şafak (1979)
Düşmanı Kardeş Yapmak (1994)

Günlük kitapları

Tanık Günler 1 (1993)
Tanık Günler 2 (1994)
Gölgeden Güneşe ( 1999)

Çocuk kitapları

Nasrettin Hoca (1975)
Tatil Köyünün Çocukları (1981)
Trenler Ne Güzeldir ( 1983)
Dünya Onlarla Daha Güzel (1992)
Şiirlerle Ezop Masalları (1993)
Çiçek Dürbünü (1994)
Şiirlerle Andersen Masalları (1995)
Sinemayı Seven Çocuk (1997)
Sorulardan Bir Gökkuşağı (1999)
Güneş Arkasına Baktı (2000)

Derleme kitapları

Soruların Gündeminde (1995)
Oradaydım Diyebilmek (1995)
Eleştirilerin Gündeminde (1999)
Sanatçılarla Yazışmalar 1 (1999)
45. Sanat Yılında (2000)

Söyleşi kitabı:

Sanatçılarla Konuşmalar (1979)

Antoloji kitapları

Şiirlerle İstanbul (1992)
100 Şiir (1995)
Dünden Bugüne Türk Şiiri (Asım Bezirci’yle, 2002)

Çeviri şiir kitapları
Haydut Otu (Lubomir Levçev’ten Fahri Erdinç’le, 1979)
Benimdir Bu Dünya (Georgi Cagarov’tan Fahri Erdinç’le, 1982)
Kurşun Asker (Lubomir Levçev’ten Fahri Erdinç’le, 1984)
Temiz Yürekle (Attila Jozsef’ten Edit Tasnadi’yle, 1986)
Zamanın Sözü (Nicolae Dragoş’tan Erem Melike Roman’la, 1989)
Zambak ve Gölge (Federico Garcia Lorca’dan Gülşah Özer’le, 1990)
Sevdiğime Seslenir Gibi (Pablo Neruda’dan Sibel Özbudun’la, 1992)
Suskun Sesler (Romen kadın ozanlardan Ergin Koparan’la, 1992)
Kuşlar Havalanıyor Yüreğimden (Sara Mathai Stinus’tan Gülşah Özer’le, 1997)
Köpüklenen Gök (Miklos Radnoti’den Edit Tasnadi’yle, 1997)
Granit Destanı (Lıçezar Elenkov’tan Ömer Çandır’la, 1997)
Bir Yıldızdı Taşıdığım (Lubomir Levçev’ten Gülşah Özer’le, 1999)

25 Haziran 2009 Perşembe

Modern Tin



Modernleşme kurtuluştur — geleneksel olandan. Modernleşme Dünya Tininin gerçek, ereksel Biçimine doğru gelişmek için geleneksel olana bağlı değersiz ve anlamsız kültürlerden, onları sürdüren despotizmden ve boşinançtan Özgürleşme, Ussallaşma, Uygarlaşma sürecidir. Modernleşme — ussal olana doğru sürekli Yenileşme — Tinin değişiminin Gerçeğidir, ve gelenekselin değişimi onda örtük olanın, onda kendinde olanın kendini ortaya koymasıdır. Modern olan geleneksel olandan doğar. Ama bunun anlamı ilkin modernin ve gelenekselin, yeninin ve eskinin ayrılmaz birliktelikleridir: Modernleşme bir Oluş Sürecidir. Çelişkinin çözümü değil ama sürmesidir. Onda hiçbirşey tamamlanmış değildir, çünkü Oluştadır. Onda hiçbirşey gerçek, sağlam, kalıcı değil, tersine yanlış, geçici, yiticidir, çünkü Oluştadır. Onda herşey yenidir, ve aynı zamanda ortaya çıkar çıkmaz eskir. Onda herşey eksiktir ve hiçbirşey henüz gerçekliği içinde, Kavramı içinde olduğu gibi değildir: Hak, Ahlak, Törellik; Birey, Toplum, Devlet; Güzel Sanatlar, İnanç ve Bilgi — bütün bir dünyanın, insanın, genel olarak kültürün biçimi. Onda herşey yalnızca değişmekte, kendisi olarak yitmekte ve kendi başkası olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nihilizm, kalıcı olamamanın, salt akıcı olmanın, arı değişimin bu değersizliği eşit ölçüde geçici modern bilinç biçimlerinin nihilizminden, hiçliğinden sorumlu olan şeydir.

Herşey akıştadır — Klasik olanın, Logosun dışında. Klasik olanın Zaman ile bir işi kalmamıştır, çünkü idealdir. Eskimez, yeni olmayı önemsizleştirir. Biçimde erişilen sonsuzluktur. Klasik Helenik Tin insan doğasının Bilgide, Özgürlükte ve Güzellikte gerçek açınımının karakterini sergilediği düzeye dek, Dünya-Tinine Tarihin ereksel-ussal sürecinde ilerlemenin gerçek yönünü gösterdiği düzeye dek insanlığın bütününün büyük öğretmenidir

Gene de bu süreç, eğer gerçekten süreç ise, hedefsiz bir akışkanlık, “hiç sonlanmayan” bir kötü sonsuz değildir. Bir Özgürlük, eş deyişle bir Zorunluk süreci, Ereğinin saltık denetimindeki bir İstenç sürecidir. Bir Gelişim Sürecidir. Gelişim salt değişim uğruna değişim değil, ama ussal-ereksel değişimdir; ve burada değişim değişmeyenin, yaşamayanın, geleneğin ortadan kalkışıdır. Tinin ereksel gelişimi için gereken tek şey Özgürlüktür. Modern Dönemi onu önceleyen bütün bir ön-Modern Dönemden ayıran, bütün bir Tarihi ikiye bölen muazzam ayrım evrensel Özgürlük Kavramının bilincinin doğmuş olmasıdır. Bu biricik gerçek törel bilinç bireyin ve toplumunun entellektüel, etik ve estetik olarak yetenekli olduğu herşey olması için, Bilim için, Ahlak için, ve Güzellik için, ya da bu üç öğenin özeti olan Uygarlık için biricik koşuldur. Uygarlık Kültürün tamamlanışıdır.

Modern olan henüz olmamış olandır — henüz oluşta olan, oluşur oluşmaz yok oluşa geçen, salt eskime uğruna yeni olandır. Modern değişim Gelişim sürecine ait ve böylece ereksel-ussal olabilir. Ama pekala salt yenilik uğruna yenilik de olabilir: Salt MODERNLİK ile ayrım içinde, MODERNİZM özellikle ve bile bile idealsiz, ereksiz, anlamsızdır, niçin ve neye değiştiğini bilmeyen, anlamayan o Değişim uğruna Değişimdir. Salt ‘farklı olma’nın anlamı bilinçsiz bir Modernizmdir.

Gelişimin kaynağının, enerjisinin, ereğinin insan doğasının kendisi, onun kendi ussal özü olduğu düzeye dek, insanın şimdiki bilgisizliği, duyunçsuzluğu, çirkinliği onun Gelişimini çürüten, onu aşılmaz bir kültürel-çoğulculuğa teslim olmaya zorlayan etmenler değildirler. Bunlar yalnızca onun varoluşunun geçici basamakları ya da aşamalarıdırlar. Saçma kültürel biçimler olarak, çirkin gelenekler olarak, çürümüş kökler olarak yazgıları ortadan kalkmaktır; en iyisinden güdük Türe, Erdem, Özgürlük biçimleridirler, insanın özsel olarak ussal, moral, ve estetik gizilliği karşısında daha şimdiden hiçtirler. Modernleşme insanın gerçekte olabileceği gibi olması sürecidir, çünkü onda değişimi, yenileşimi, gelişimi engelleyecek hiçbir etmen yoktur. Onda gelişmemek, değişmemek, yetersiz, değersiz, önemsiz bilinç biçimleri üzerinde kuluçkaya yatmak erdemsizliktir. Onda Ahlak için Kutsal Yazıların yerini İyinin ve Doğrunun gerçek yargıcı olarak, gerçek Erdemin ve gerçek Mutluluğun belirleyicisi olarak özgür Duyuncun kendisi alır. Modern toplum Yurttaş Toplumudur, ve kendinde ussal İstencin kendini sınırsızca anlatma olanağı olduğu düzeye dek, Türe için bir “Gerek” değil, ama Varlık alanıdır. İnsan varoluşunun anlamının burada ve şimdide gerçekleşmesi için özgür duyuncun ve istencin ussal Eylem alanıdır.

İdeal olan tarihsel değildir. Klasik olandır, tanrısal eksiksizliği içinde dingin kalan, Zamanı tanımayandır. Tarihsel olan ise ortadan kalkmayı isteyen, yitici olan, ama yitişinin kendisinde değişimin, yenileşmenin, gelişimin kendini tüketen gerecidir. Ancak bu kesintisiz akışkanlık insanın kendi gizilliğini, insan doğasının bütün bir entellektüel, etik ve estetik içeriğini ortaya serme olanağını sunar. Modernleşme onda hiçbir üyenin ayık olmadığı bir Bakhüs şenliğidir. Orada erdem ayakta kalmak değil ama düşmektir, sürmede direterek taşlaşmak değil ama akışkan ve plastik olmaktır, öyle ki Tinin her bir şekli daha yeni ve daha ayık bir Tin olarak yeniden doğabilsin. Usdışının bakış açısından, Dünya Tarihi belirlenimsiz, kaotik bir evrende salt yineleyen nedensiz ve anlamsız bir olaylar türlülüğü, gelişmeyen bir çok-kültürlülüktür. Usun bakış açısından, Tarih estetik Duyu olarak, etik Duygu olarak ve bilen Düşünce olarak Dünya-Tininin kendini geliştirme ve gerçekleştirme Eylemidir. Ve Eylem Özgürlük demektir. Varoluşu, İnsanın kendisini Kopyanın Kopyası olarak aşağılayan nihilizme karşıt olarak insan varoluşunun Gerçeğin Gerçeği olduğunu, çünkü Özün Varoluş ile bir olduğunu, Görüngünün kendisinin Gerçek olma sürecinden başka birşey olmadığını ileri sürmeliyiz. Çünkü apatik, anestetik ve irrasyonel postmodern çökkünlük tini ile karşıtlık içinde, insanın Özü kendini etikte, estetikte ve düşüncede öylesine sonsuz Görüngülerde anlatmaya yeteneklidir ki, sonsuz bir kopya olarak kopyası olduğu kopyanın kendisinin sonsuz olduğunu tanıtlar. Ama sonsuz Kopya Asıldan başka birşey değildir.

Darwinizm Temelli Aborjin Soykırımı


\

Aborjin, Avustralya kıtası, Tazmanya ve çevre adalarda yaşayan yerli haklara verilen ad. Aborjinler, dil ve yaşam biçimi açısından ortak yönleri olan ancak topluluğa göre farklılıkları da barındıran geleneksel toplulukları ifade ediyorlar.

Güney Avustralya'da Noongar, Batı Avustralya'da Yamatji, Güneybatı Avustralya'da Nunga, Viktorya’da Koori, Tazmanya’da Palawah kabileleri, Aborjin topluluklarından bazıları.

2001 verilerine göre Avustralya’da bulunan yerli kabilelerin %90’ını Aborjinler oluşturmakta. Toplam Avustralya nüfusunun %2.5’ine tekabül ediyor bu rakam. Aborjinlerin Güneybatı Asya’dan Avustralya kıtasına geldikleri düşünülüyor. Fakat buna dair elde bilimsel bir kanıt yok. Avustralya yerlilerinin en yoğun yaşadığı bölge sahil kısımlarıydı. Özellikle Murray Gölü vadisinde yoğun şekilde yaşamaktaydılar.

Yerlilere göre düş görmek her şeyin bir anda olduğu zamandır. Çünkü geçmiş, gelecek ve şimdi düşte aynı anda vardır. Onlara göre düş zamanı öznel değil nesnel bir durumdur. Yani, kabile geleneklerine uygun yaşamanın sonucunda, mitolojileri dinleyerek düş zamanına girişin sağlanmasıdır.

Aborjinlerde ölüm sonrası hayat inancı vardı. Aborjinlere göre rüyada ölen yakınıyla konuşmak, hatta onun tarafından iyileştirilmek mümkündü. Ölüm ise düş zamanından doğarak çıkmak ve daha sonra düş zamanına geri gitmek arasında geçen bir döngüydü. (Bir nevi reenkarnasyon)

Avrupa’dan gelen yerleşimcilerden önce Avustralya kıtasında 1 milyon civarında Aborjin olduğu tahmin ediliyor. Avrupalıların kıtaya gelmesiyle birlikte sahil kısımdan Aborjinler uzaklaştırılmıştır. İlk Avrupalıların gelmesinden sonra yaklaşık 600.000 Aborjinin öldürüldüğü tahmin ediliyor.

Kaptan James Cook, Avustralya’nın doğu sahillerini ele geçirerek buraya "New South Wales" adını verdi (1770). 1788‘de kıtada İngiliz sömürgesi hakim olmaya başladı (İlk Sydney’de). İngilizler beraberinde hastalık da getirdi kıtaya. Bunlar günümüz için basit hastalıklardı; grip, suçiçeği vs.. Ama Avustralya yerlilerinin bünyeleri bu hastalıkları taşıyamadı. Yerli nüfusun önemli bölümü hastalıklarla telef oldu (14 .YY’da Avrupa'da veba salgınıyla benzerlik gösteren bir ölüm oranı). İngilizler su kaynaklarına ve topraklara da el koydular. Gerek hastalıklar, gerek toprak ve su kaynaklarının ellerinden alınması, gerek diğer sebeplerle yerli halkın nüfusunda %90 azalma oldu, İngiliz sömürgesinden sonra (1788-1900).

The Aborigines of Western Australia isimli eserinde Albert F. Calvert, Aborjinlerin dini inançlarının batıl olduğu, Hristiyanların ise onları bu batıl düşüncelerinden kurtaracağını ve medenileştireceğini ifade ediyor. Bu söylemler Aborjin soykırımını haklı göstermek adına türetilmiş. Buna benzer birçok söylev var.

Soykırımla ilgili kesin bir rakam bilinmiyor. Çünkü resmi kayıtlara ne kadarının geçtiği hakkında şüpheler var.

John Ah Kit, (Northern Territory Legislative Assembly üyesi) 1920 sonlarında yaşanan kuraklık nedeniyle doğal kaynaklara ilişkin Avustralya’da siyah ve beyaz halk arasında yoğun mücadele yaşandığını, Coniston katliamının haftalarca süren ve halkın öldürüldüğü seri bir polis baskını olduğunu söylüyor. Coniston katliamı Avrupalıların Aborjinlere uyguladığı en son katliamdır. Frederick Brooks isimli Avrupalı, Aborjinler tarafından vurulmuştu ve ölmüştü. Coniston katliamı da bu Avrupalının intikamını almak için yapıldı sözde. Bunlar soykırımı ört bas etmek veya haklı göstermek çabalarından başka şeyler değil. Resmi kayıtlara göre 30 bin Aborjin öldü. Ancak tarihçiler katliamda ölenlerin sayısını 60 olarak açıklıyor. William Murray isimli polis memuru haftalarca süren bir baskınla Aborjin kamplarında katliam uyguladı. Yine Waterloo Creek (1838), Convincing Ground (1833), Framentle (1830) katliamlarında pek çok Aborjin öldü.

Aborjin soykırımının ideolojik temeli Darwinizm. Doğal seleksiyon, yaşam mücadelesi gibi Darwin tezleriyle soykırım yapıldı. Yani Darwinist ideolog görüşleri, esas alınmış soykırımlar yapılırken. Evrimci antropolog Max Muller'e göre insan ırkı 7 kategoriye ayrılır. Aborjinler bu kategoride en alttadır. Avrupalı beyaz soyu en üst sınıftır. Yine H.K. Rusden isimli Darwinist‘e göre en uygun olanların yaşaması kuvvetin haklı olduğunu göstermekte, aşağı ırk sayılan Avustralya halkı katledilirken acımasız doğal seleksiyon kanunları uygulanmaktadır. Miraslarını ise soğukkanlılıkla kabul ettiklerini belirtir bu Darwinist. Darwin’in beslediği ırkçı ve vahşi ideoloji Aborjin halkının katliamını başlatan ideoloji oldu aslında. Aborjinlerin bir kısmı katledilirken bir kısmını da kobay niyetine kullandılar. 10.000 Aborjin hayvandan insana geçerkenki kayıp halka olup olmadıklarını anlamak için British Museum’a götürüldü. Müzeler Aborjin beyinlerini sattılar.

Sidney'de Avustralya Müzesi Müdürü Edward Ramsey ‘Avustralya Hayvanları’ isimli kitapçıkta Aborjinler hakkında bilgi verdi. Cesetlerin nasıl çalınacağını ve kurşun yaralarını tıkama yönetmelerini de kitapçıkta anlattı. Amalie Dietrich isimli Alman evrimci, Aborjinlerin derilerinin içini doldurarak saklamak üzere izin istemişti. Ve bunu başardı da. Evine eli kolu dolu döndü. Korah Wills (Queensland Belediye Başkanı - 1866) Aborjini parçalayarak nasıl öldürdüğünü şematik olarak anlattı.

20.YY’da da Aborjin soykırımı devam etti. Aborjin çocuklar ailelerinden zorla alındı veya kaçırıldı. Avustralya İnsan Hakları ve Eşit Fırsatlar Komisyonu'nda çalınan binlerce çocuğun ifadesi alındı. Çocuklar ifadelerinde, Avrupalıların buldukları yerde bu çocukları götürdüğünü, yerli halkın çocukları korumak için onları sakladıklarını, açık tenli Aborjinlerin beyaz ailelere evlatlık olarak verildiğini, siyah tenlilerin ise öksüzler yurduna yerleştirildiğini anlattılar.

Avustralya anayasası ile İngiliz halkının kıtaya gelmesinden çok önce aborjinlerin kıtada yaşadığı kabul edildi (1999). Günümüzde Aborjinlerin büyük kesimi kentlerde yaşamakta. Aborjin gençler arasında hapse girme oranı genel nüfusa oranla 10 kat daha yüksek. İşsizlik, fakirlik, sağlık sorunları ve intihar eylemleri de aynı şekilde yüksek.

Yakup Kadri çarşafı nasıl yazmıştı?

Bu metni basmamak için yıllarca Yakup Kadri'nin Erenlerin Bağından ve Okun Ucundan kitabı basılmamıştır. 70'li yıllarda Kültür Bakanlığı'nın bastığı nüshada ise yoktur, kitaptan çıkarılmış ve geri kalan metinler basılmıştır.

Bu çirkin asrın ve bu çirkin muhitin yegâne süsü, ye­gâne güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir. Yalnız bunlardır ki gözlere hâlâ bakmak tahammülünü, bakmak arzusunu veriyor. Niçin onlardan müşteki gibisiniz? O mazrufa bu zarftan daha muvafık ne olabilir? Sizi böyle gördükçe bir kadının başka türlü nasıl giyinebileceğim düşünüyorum ve çarşafsız, peçesiz bir kadın tahayyül ede­miyorum.

Siz bizim aşkımızın, hürmetimizin, siz bizim kıs­kançlığımızın muti mahbubeleri değil misiniz? Vücudunu­zun şeklini alan bu dilfirib mahbesi sizin etrafınıza, sizin yüzünüz üstüne biz ördük; bizim ihtimamımız, bizim mu­habbetimiz ördü.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Sizi güneşten, havadan, sizi kem nazar­dan sakındık da böyle yaptık. Yazık değil mi ki o saçlara güneş vursun, o yüzü havalar, tozlar hırpalasın! Yazık de­ğil mi ki -maazallah!- o gözlerin harimine, kolayca, laubali bir yabancı gözün kıvılcımı sıçrasın? Düşündük ki, belki bilmiyerek, belki farkına varmıyarak birine gülüverirsiniz. Nazarlarınız belki, bilâihtiyar, birinin üstünde fazlaca tevakkuf ediverir. Anın için yüzünüzü örttük. Zira tebes­sümlerinizin, bakışlarınızın kıymetini biz anlıyor, biz bi­liyorduk. Gönlümüz onların, öyle lüzumsuz yere heder ol­masına acıdı da bir ipek mahfaza içinde muhafazalarına lüzum gördü. Çünkü, siz hilkaten müsrifsiniz, hazineleri­nizin bahasını bilmezsiniz; her şeyde bahil olan tabiat, bü­tün cömertlik kabiliyetini size verdi, sizin kalbinize dök­tü, fakat öyle bir ifrat ile ki, nihayet böyle bir tedbire ihtiyaç messetti. Zaten insanların yegâne vazifesi tabiatın ha­talarını tashihe çalışmak değil midir?

İnsanlar, kadınlara tahakküm ettikleri gündür ki ta­biata galip geldiler. Cemiyetlerin ve medeniyetlerin esa­sını bir erkeğin kıskançlığı kurdu.'Memleketlerden, vatan­lardan evvel ilk müdafaa edilen kadındı. Bana inanınız, bütün bu evler, bu mabetler ve bu şehirler sizin için ya­pıldı ve sizin açıldığınız ve sizin kıskançlık mahbesini yık­tığınız yerlerde derhal evler yıkıldı, mabetler harap oldu, şehirler çöktü. Çünkü, sizin mahbesleriniz o yerlerin surları idi, kaleleri idi.

Niçin başka cinsten kadınlara bakıp ta başınızda ga­rip mütalealara meydan açıyorsunuz? Onlardan size ne? Siz, başlı başınıza bir âlemsiniz; ben o âleme girdiğim da­kikadan itibaren hariçte bir başka mevcudiyet var mı, yok mu? unuttum bile. Siz niçin kendinizde herkesi unut­muyorsunuz?

Söze başlarken size demiştim ki bu çirkin asrın, bu çirkin muhitin yegâne süsü, yegâne güzelliği sizin çarşa­fınız, sizin peçenizdir. Memnun ve müsterih yaşamak için bu kanaat size kifayet etmez mi? Halbuki benim ruhumu sadece bu kanaat dolduruyor: Peçeniz ve çarşafınız... Bun­lardır ki bana muhabbeti öğretiyor, hayata muhabbeti, aşka muhabbeti, memlekete muhabbeti öğretiyor; bahusus memlekete muhabbeti... Zira, sizin bu örtüleriniz, bu süs­leriniz değil midir ki minarelerden ve o al rayetten sonra bu serseri ruha bir raz âşinâ melce ve bir emin mersa saa­deti veriyor. Peçenizin kudsiyetini şuradan anlayınız ki, bir yabancı elin ona uzanması ihtimali bile gayz nedir, hırs nedir, intikam nedir, kin nedir hiç bilmiyen bu tenbel ve yorgun ruhda beldeler yıkacak, burç ve barular devirtecek bir ateş alevliyor.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Gördünüz mü? Peçenizden bahsederken haşin adımlarla yüksek surlar etrafında dolaşan bir eski kahraman gibi söz söylemiye başladım. Belki, bunların hiç birini yapmıyacağım, fakat emin olunuz ki şu dakikada çok samimi­yim. Size, sizin örtülerinize ve süslerinize doğru teveccüh edince kendimi her şeye kadir farz ediyorum. Tarih, menakib-i beşeriyeyi dolduran en büyük kahramanlıklar bana birer çocuk oyunu gibi geliyor.

Sakın onları çıkarmayınız, sakın onları atmayınız. Bu çirkin asrın, bu çirkin muhitin ortasında asalet ve zarafete yegâne dâl olarak bunlar, sade bunlar kaldı. İnsanlar, senelerden beri, insanlığı terzil için ve cemiyetlere manzara­ların en fenasını vermek için sevimsiz bir cinnetle her şeyi devirdiler. Bu güruha peyrev olmak size yakışır mı? Ben sizi zamanların ve insanların fevkinde, onların haricinde biliyorum. Siz mestur ruhlardan değil misiniz? Dünya yüzünde tek başına kalan ulvî bir dinin ilâhı sizi bu sıfatla sair mahlûkat arasında mümtaz kılmamış mıydı? Siz onun halkettiği cennetâsa âlemin meleklerisiniz. O, «Kitab»ında sizin isminizi zikretti, o vakitten beri siz mu­kaddesat meyanına girdiniz; artık ne hale, ne maziye, ne de atiye mensupsunuz. Yalnız unutmayınız ki, sizi bu mer­tebeye, bizim aşkımız, bizim hürmetimiz, bizim kıskançlı­ğımız ıs'ad etti.

Kânunuevvel 1331/ 1915 Aralık

Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Pervasız hayaller - I

Düşünmeden Düşeceğimiz


Düşünceden korkmak her zaman olagelen. Keşke düşünce insanlara bu kadar ağır gelmeseydi. Düşünce, fikir yani eskilerin diliyle. Ne zaman, düşünce dedik ya işte! Gülümse. Düşünceden anladığımız belki de sadece budur.


Okumazsam düşünce yok, okursam olan şey düşünce mi, yasak mı, korku mu? Korku mu yasağı besliyor, yasak mı korkuyu. Bilen varsa doğrusunu beri gelsin de bizi engin düşünceleriyle aydınlatsın.


Düşünce ne işime yarar benim. Düşünceyle ancak borsa düşünce işim olur, ya da faizler çıkınca. Faiz düşünce yanıma gel de sana düşüncenin en derinini açıklayayım.


Yaz oğlum, belki düşünceye değer veren biri vardır da o denk gelir yazdıklarına. Belki bir okuyanın çıkar. Ama ben yazınca düşünceden yana onlar sadece ne kadar ettiğini soruyorlar, ne kazanıyorsun. Ben de cevapladığımda kimlik ve onur, ama mührü resmi dairede vurdurman gerekmiyor mu?


Okuluma giderim, ödevimi yaparım, düşünceye sıra geldiğinde notlarım düşer diye hiç oralı olmam. Bana ne düşünce diye diye notlarım düşünce babama ne derim ben, baban gibi adam ol, der bana, düşünce notların gelme yanıma.


Korku en büyük düşüncedir dedi adam, evet kork ve korkut. Korkunun felsefesini üret ki tesirin kuvvetli olsun. Senden büyük düşünce adamı olmaz o zaman, havalısındır artık, çünkü korkuyu üretenden insanlar korkar, sevgiyi üreteni ciddiye alan olmaz.


Bir kitap okusan derse okumam demek belki yakışık almaz ama okumayı kurtarmak, mış gibi yapmak mümkün, mümkün yolları var. Hem düşünce uğramaz konforunu tedirgin etmeye, hem de günü kurtarırsın işte, fena mı.


Bizim oralarda bir düşünce adamı vardı. Hep düşünürdü. Düşündüğünü dile getirmeye geldiğinde ise konuşamaz, işin içinden çıkamadıkça da edepsiz kelimelerle etrafa tehditler savururdu. Yok, derdi yok, bizde düşünce adamı yok, lanet olsun. En sonuncusu dedemin dedesi zamanında yaşamış.


Takmışsın dedi, varsa yoksa düşünce. Sen mi kurtaracaksın dünyayı, yoksa kâtip mi olacaksın. Sana ne, otur keyfine bak, ne ortadoğusu, ne bopu, durumun kötü, hasta olacaksın diye korkuyorum. Bak sonun iyi değil, kitap, okuma, düşünce diyen bir tanıdığım vardı uzaktan, mahkemelerden beri gelemedi. Uzaktan diyorum ha, yanlış anlaşılmasın. Çok şükür herhangi bir yakınlığım yoktur kendisiyle, biline de başımıza işler gelmeye.


Zararsız Düşünceler Mektebi diye bir okul kurmuş biri, oraya kayıt yaptırmalı. Hem düşünmeli, hem açık etmemeli, açık etmek düşünceye zarar. Mesela bir ayak yuvarlağı oyunu hakkında saatlerce düşünmek serbest, sayfalarca makale okumak, yazmak, orada burada tartışmak. Ama serbest olmaz ha başka meseleleri dillendirmek. Akla zarar düşünceye karşıyız efendim.


Siyaset yapsak olmaz, tarih eleştirsek olmaz, eğitimi ele alsak olmaz, din iman işine girsek olmaz, edebiyatı alt üst etsek olmaz, peki biz ne yapacağız. Yapacak iş mi yok, bi çay söyleyeyim de laflayalım oradan buradan. Laflarken laf kaçırırsam ağzımdan, işte o lafı deme.


Dergimiz var alır mısın, okur musun. Alamam, param yok diyemeyeceğim, var param ama okumaya niyetim yok. Yoksa paraya ne olmuş, her gün saçıyorum dört bir yana. Ben de alamam çünkü ne yaptığınızı sanıyorsunuz ki, nedir yani. Size düşene kadar düşünce daha nitelikli bir şey değil mi, edebiyat, öykü, şiir falan. Canın sağolsun üstad, o da bir düşünce en nihayetinde. Ama bu sözlerinizle düşürdünüz değerini düşüncenin.


Bunların diyor, beynini yıkamışlar. Allah Allah, nasıl yıkıyorlar şu beyin dediğinin şeyi. Peki senin beynini kim yıkadı. Benim beynim özgür düşünceden yana. Hımm, demek özgür düşünce sensin, araya araya bulamadığım. Düşünceyi özgürleştiren sensin yani, çok memnun oldum. Dağıtalım biraz, derdi, kederi unutalım, dünyayı biz mi kurtaracağız.


Sonra düşüne düşüne adam hakikate yaklaştı en sonunda, dedi ki, bir düşünce adamı bulursam ona soracağım ki düşünce olmazsa düşeceğimiz yer neresidir, alçalacağımız.

Ahmet Örs / Tasfiye 10

Söyleşi / Cezmi Ersöz - Kemalettin Bal



KEMALETTİN BAL: İlk olarak 'Cezmi Ersöz ve kelimeler' diye başlayayım isterseniz. Kelimeler deyince Cezmi Ersöz'ün dünyasındaki çağrışımları neler oluyor?

CEZMİ ERSÖZ: Kelimeler benim yol arkadaşlarım. Kelimeler tutunduğum dallar... Hayatla bağ kurduğum noktada kelimeler kendisini gösteriyor. Çok seviyorum onları; fakat bazen beni terk ediyorlar.

Daha önce evrende hiç yan yana gelmemiş kelimeleri bir araya getirebilmek, onları yan yana dizmek; onları tanıştırmak, dağıtmak... Sonra tekrar birleştirmek, onların peşinden gitmek, sürüklenmek ya da onların ardından - peşinden getirmek sözcükleri. Can kurtaran simidi vardır, bazen istediğiniz kelimeyi bulamayınca yaşadığınız susuzluk can çekişmesi olabiliyor; bazen de çölde, en son noktada bir damla su oluyor. Bu uzar gider.

K.B.:Peki edebiyatçıların normal insanların diliyle konuştuklarını ya da onlarla aynı kelimeleri kullandıklarını düşünüyor musunuz?

C.E.: E tabi... Kelimeler herkese aittir. Kimsenin tekelinde değildir, kimsenin mülkiyetinde değildir, kelimeler ihtiyacı olana aittir. İsteyen istediği şekilde kullanabilir. Ancak edebiyatçıların diğer insanlardan farkı şudur ; daha önce yan yana gelmemiş kelimeleri bir araya getirmek.

K.B.:İsterseniz ikinci sorumu sorayım: Şiir ve gelenek arasında bir bağ olduğunu düşünüyor musunuz? Şiir gelenekten beslenmeli midir; yoksa tamamen, kendi imgelerini ya da kendi dünyasını yeniden mi kurmalıdır?

C.E.: Şiir tabi ki gelenekten beslenmeli. Asla geleneği yok saymamalı; çünkü köksüz bir şiir olmaz. Şiir kökleri olan bir yolculuktur, bir yaratım tarzıdır; ancak zaman zaman da gelenekten beslenip bir o kadar da ondan kopmayı gerçekleştirmek lazım. Bunu başarmak çok zordur. Şiire yeni halkalar katmak, şiir sürecine o tarihe yeni halkalar eklemek gerekiyor. Bunu yapan kişi de majör şair oluyor; yani yeni bir ses, yeni bir soluk getiren, o geleneksel sürece yeni bir halka ekleyen kişiye majör şair diyorlar. Peki majör şair dediğim kimlerdir? Nazım Hikmet majör şairdir, Edip Cansever, Behçet Necatigil, Turgut Uyar, Cemal Süreyya, Metin Altıok, Neruda, Arthur Rimbaud majör şairlerdir. Evet, Rimbaud geleneğe yaslanmıştır, Fransız sembolistlerine yaslanmıştır. Ancak daha önce hiç yazılmamış bir şiir yazmıştır. 'Mazi kalbimde yaradır' diye güzel bir şarkı vardır biliyorsunuz. Evet, mazi kanar, mazi kanar ama aynı zamanda besler de... 0 yüzden bir denge kurmak gerekir. Gelenek besler ama sadece geleneğe yaslanıp durmak şiirde gelişime yol açmaz. Bu yüzden hem gelenekten besleneceğiz hem de onda yeni halkalar yaratmaya çalışacağız.

K.B.: Peki sağ şiir ya da sol şiir... Bu kavramlarla ilgili neler söyleyebilirsiniz?

C.E.:Bunlar yapay kavramlar. Şiirin sağı solu olmaz. Şiir şiirdir. Ben böyle kavramlara inanmam. Şiire ideoloji yüklemeyelim. Şiirin sağı solu olmaz. Politik kavramlardır sağ ve sol. Üstelik bugün birbirinin içine girmiştir. Günümüzde nerde sol nerde sağ başlıyor bilmiyoruz. Sağ ve solun politik anlamda bile bu kadar belirsiz olduğu bir süreçte şiire böyle anlamlar yüklemek, politik çağrışımlar eklemek çok yapay geliyor bana.

K.B. :Peki başka bir konuya geçeyim. Türlerin kendine has aşılmaz kalıpları ve
kuralları olmalı mı? Bunu şunun için soruyorum; örneğin sizin yazılarınız aslında
şiirsel metin olarak da anılır ya da şiir ve nesrin iç içe geçmiş olduğu söylenir. Ayrıca
bildik manadaki o öykü tarzının dışında sanki bambaşka bir yönde seyrediyor. Bu
yeni bir tür oluşturma çabası mı; yoksa Cezmi Ersöz'ün hep aslında kıyıda yaşayan
biri olmasının bir tezahürü mü?

C.E. :Yani zorlama bir çaba değil. 'Ben şöyle bir üslup yaratacağım' diye yola
çıkamazsınız. Hayat, etkilendikleriniz, gelenekler, ustalarınız, sevdiğiniz şairler,
yaşam biçiminiz, gözlemleriniz sizi çok da bilinçli olmadan, belki de iç güdüsel bir
şekilde bir yere götürür Hem işte geldiğiniz yerde size ait bir üslup oluşur. Bu türler
arası bir yolculuk aslında. Edebiyatın birçok alanında ürün verdiğim için öykü denemeye, deneme şiirsel bir tarza, şiirsel tarz mektuba, anıya, uzun öyküye her an
dönüşebiliyor Yani modern edebiyatın bize sunduğu kalıplarını kırmaktan yanayım
ben. Farklı türleri birbiri ile yakınlaştırmanın, birbirinin içine geçirmenin günümüzün yaşam biçimlerini, insan ilişkilerini anlamak açısından daha bir aydınlatıcı olduğunu düşünüyorum. Artık modernleşmenin, modern edebiyatın hayata ve insana yetmediğini görüyorum. Bir taraftan da, edebi türler arasındaki o kalın kalıpların artık işlevi olduğunu düşünmüyorum.

K.B. :Cezmi Ersöz'e dönük, özellikle belli kesimlerden yapılan eleştiriler var. Bu durum biraz da size karşı mesafeli durma biçiminde gerçekleşiyor. Benim hatırladığım kadarıyla sizin okuyucularla buluşma çabanızdan tutun da yazın
hayatınıza kadar bir çok noktada eleştirildiniz. Fakat bugün baktığımızda sizi
eleştirenler, yaptığınız bir çok şeyi bugün kendileri yapıyorlar. Örneğin okuyucuyla
buluşma gibi. Peki buna itilmişlik mi diyelim yoksa dışlanmışlık mı, veya bilerek yok
sayma mı?Bu durum hala devam ediyor ve sizi rahatsız ediyor mu?

C.E. :Başından beri bu durum var. Çok da anlamış değilim ama haksız pek çok
saldırıya maruz kaldım. Evet imza günlerimi eleştirdiler, okurlarla yaptığım
sohbetleri yargıladılar, oysa şimdi can atıyorlar okurlarla buluşmak için. Bir lobi
insanı ya da klanın adamı değilim, olmadım da. Bağımsızım, hürüm... Bundan da
hoşnutum. Beni biraz kolay yok edeceklerini falan düşündüler, parçalamak istediler.
Ben edebiyat dünyasının bu kadar acımasız olabileceğini düşünemezdim, dünyadaki
diğer sektörlerin hiçbiri bu kadar acımasız değildir. Edebiyat sektörü kadar vahşi bir
sektör hayatımda görmedim. Tır şoförlerinin birbirleriyle daha ince ve zarif ilişkiler
kurduğunu düşünüyorum gerçekten. Bırakmayı, çekilmeyi zaman zaman çok
düşündüğüm olmuştur. Şerefıme, onuruma dahi laf uzatıldı, laf sokuldu, laf
söylendi pardon. Ancak zamanla insan bunlara da alışıyor, alışmak çok hoş bir şey
olmasa bile yolunuzda yürüyüp gidiyorsunuz. Bir ayrık otu gibi var oldum edebiyat dünyasında. Okurlarımın verdiği destek yetiyor, iyileştiriyor yaraları. Yani yara
açılıyor, biri de gelip o yarayı kapatıyor.

K.B. :Peki hiç hayatta sınandığınızı düşündünüz mü? Örneğin ben Rasih Yılmaz'ın
sizinle ilgili yazmış olduğu kitapta gördüm. Sizin askerlik anılarınızla ilgili; aslında
savaşa karşı olmanıza rağmen bir subay olarak o ilk emri sizin verecek olmanız.
Bunu kendi doğrularınızla bizzat sınanmak, onlarla yüzleşmek olduğunu
düşündünüz mü? Ya da hayat sizi hep böyle sınıyor mu?

C.E.: Çok doğru bir saptama. Oldukça kritik anlarda bana; kişiliğime. dünya görüşüme çok ters roller sunuldu. Evet o anda yaşadıklarım bütün hayatımın bir anlamda sorgulanmasıydı, hala sorgulanıyorum. Belki yanlış anlaşılabilecek bir cümle kuracağım ama 'ben akıl yazan değilim yani esinle yazıyorum' benim dışımda bir takım güçlerin olduğunu hissettim. Yazınım süresince, yazarlığım süresince... Benden başka bir takım etkilerin olduğunu fark ettim, buna mistik bir tanım getirilebilir ama tanımlara çok bağlamamak gerekiyor.

Dünyevi bir yaşam sürdüğüm zaman yazı benden uzaklaştırmıştır. Rasyonel bir duyarlılık içine girdiğim zaman şiir benden kaçmıştır. Ruhunuzu çok temiz tutmanız gerekiyor edebiyatta, yani yönetime karşı çıkacaklar bir takım insanlar; ama gerçekten böyle temiz ruhlu olmadan iyi bir edebiyatçı olunmuyor.

KB. : Peki ben aşk diyeyim. Aşkta sınandınız mı? Sorumu şu şekilde genişletecek olursam; aşkın tensel ve ruhsal olarak ayrımının olması gerektiğine inanıyor musunuz ? Böyle net bir ayrım olmalı mı ya da var mı?

C.E.: Aşk en büyük sınanma yolu bence, ateşten gömlek o... Tüm bildiklerinizin, tüm doğrularınızın tamamen alt üst olduğu noktadır aşk. Aşık olduğunuzda kendinize ihanet de edebilirsiniz kendinizi küllerinizden yeniden de yaratabilirsiniz. Işıkla' yani yazmakla aşk arasında çok derin bir bağ var. Yazı da ışıkla yazılıyor. Gerçekten... Işıkla yazılıyor hakikaten, yazıyı yazmaya başladığınız anda o ışığı görürsünüz ama açıklayamazsınız. Bir ışık vardır, o ışık size yazdırır. Aşk da biliyorsunuz Arapça ışıktan geliyor. Aşkın temeli yazı, şiirin temeli ışıktır. Diğer sorunuza ilişkin de tensel ve cinsel olarak aşkı ayıramıyorum. Bedenle ruhu ayıramam; çünkü beden de kutsaldır. Ruhunu katmadan sevişenleri; sadece bedenini doyuranları burada konu etmiyoruz zaten, o başka bir şey ama ten tindir aynı zamanda. Tenle tini ayırmamak lazım, beden kutsaldır. Günümüz idonist süreçte hedonizm toplumu, insanları belirliyor. Yıllardır bedenler doyuyor gibi görünüyor ama ruhlar aç. Tenle tinin birlikte yaşandığı süreçlerde hem beden doyuyor hem ruh doyuyor. 0 yüzden asıl olan bedendir. Beden, yani ten ve tin.

K.B. : Yazmak ve sevişmek?

C.E. : Evet az önce söylediğim gibi: 'ten ve tin.' İkisi de çok kutsaldır. Yazmak ve sevişmek ikisi de bir yolculuktur. Yazmak da yolculuk, sevişmek de yolculuk... İkisinin de sonunun ne olacağını bilmiyorsunuz. Yazının da sevişmenin de sonu belirsiz ve ikisi de çok tehlikelidir. İkisi de ölüme açılıyor. Yazmak da ölüme açılır sevişmek de ölüme açılır. Biliyorsunuz, Fransızlar orgazma 'lapaçi more' derler. Yani küçük ölüm sevişmek küçük ölümse yazmak büyük ölüm...

K.B. :4 yaşında etrafına yalandan hikayeler anlatan Cezmi Ersoz'ün hikayeleri hala devam ediyor mu? Ya da 4 yaşındayken uydurma hikayeler anlatan o çocuktan günümüze gediğimizde neler değişti?

C.E. : Aslında çok bit şey değişmedi. Edebiyatın da içinde yalan vardır; ama o yalanlar hayalin kendisinden daha gerçekçidir. Benim küçükken uydurduğum 'hayal hikayeleri' bit nevi itirazdı hayatın sıkıcılığına. Onun tek düzeliğine, renksizliğine, donukluğuna bir itirazdı. Bugün de aynı itirazı yapıyorum. Sıradanlığa, kokuşmuşluğa, kayıtsızlığa, boyun eğmişliğe, kabullenmeye itiraz ediyorum. İtiraz sürüyor yani...

K.B.: Seçilmiş olduğunuzu düşündünüz mü hiç? Çünkü 4 yaşındaki bir çocuğun etrafına bu tür hikayeler anlatması; yani hikayeyi hayatının merkezine oturtması aslında belki de onun seçilmiş biri ya da itilmiş diyelim Olduğunu göstermez mi? Yazmaya itilmiş birinin, aslında kaderinin yazmak Olduğunu düşündünüz mü?

C.E. : Zaman zaman aklımdan geçmedi değil; ama böyle düşünceler tehlikelidir. Yanı seçilmiş biriyim demek haddimi aşar. Belki de seçilmişimdir. Mutluluktan çok, acı yaşadım. Sanki bir şeyler beni buna sürükledi gibi... Çok mutluyum diyemedim ben bu hayatta. Sanki yara ile doğdum ben, bir türlü bu hayata uyum sağlayamadım. Yapıştırma gibiydim bu hayata sanki. Her şey benim başımda dolaşmış gibi hep o misafir duygusuyla yaşadım. Ben hiç bu hayatın içindeyim, varım diyemedim. Hep kıyıda kaldım, köşeler hep kapılmıştı zaten. Hayatı anlamaya çalışırken birileri köşeleri kapmaya çalışıyordu, ben de bunları anlamaya çalışırken hep ortasında kaldım. Aralıkta, kapı aralığında yaşadım. Hep bir ayağım içeride bir ayağım da dışarıdaydı. Hep aradaydım.

K.B. : Sizin ilk yazarlığa demeyelim ama gazeteciliğe geçiş sürecinizde yaptığınız portsiyel röportajlar ve yazılar var. Aslında siz bir nevi itilmiş, kenarda kalmış veya unutulmuş insanları arayıp buluyorsunuz ve onların hayatını yaşıyorsunuz. Çok farklı insanlar,.. Daha önde, daha popüler insanlar varken; gidip onların yazılarını, onların hayatlarını, onların portrelerini yazmak yerine siz gidip kenarda kalanları bulmuşsunuz. Sanki siz acıyı arıyor gibisiniz ya da o doğuşunuzdaki yarayı sürekli kaşıyan bir Cezmi Ersöz var sanki. Buradan da şöyle bir sonuç çıkartıyorum: 'Acı olmazsa Cezmi Ersöz yaşamaz' Bu konuda neler söylemek istersiniz?

C.E.: Doğru tabi. Yani acıdan ne anladığımıza bağlı biraz da. İnsanlar benden daha sahici. Düzenin partisi olmakla olmamak arasında hep savruldum durdum; ama kararlı bir şekilde dik durarak yalnızlığına sarılmış, yalnızlığını meslek edinmiş, yok sayılma ve dışlanma pahasına kendini var eden insanlar bir anlamda bana ışık tuttu, bana cesaret verdi. Yani onlar bu bedeli ödeyebiliyorlarsa, buna katlanabiliyorlarsa, bundan büyük bir erdem çıkartıyorlarsa o zaman çok da yalnız olmadığımı düşündüm. Onlarla aramda bir duygu bağı, yoldaşlık köprüsü oluştu ve o röportajlar benim hayatımı hep korudu. Çıkışımı onlarla yaptım ben. Tabi burada hazin bir hikaye var. Ben son yıllarda ünlü bir yazar oldum; ama onlar orda duruyordu ve çoğu öldü. Onlara karşı çok büyük bir sorumluluk duyuyorum. Evet sahicilikti benim derdim, hayatın büyük bir bölümünün müthiş bir sahtelik Olduğunu görünce orada bir sahicilik gördüm. Bu az bir şey değil. Yok sayılacak bir şey değil; çünkü inanın ömür boyunca hem karşımızdakiler hem siz çok ender kişi sahip oluyorsunuz, o da bir parlama anıdır. Bir şey parlar ve söner ya! 0 anı yakalamak, ilk ışık çakımını yakalamaktı benim derdim ve insan hayatı boyunca o ışık çakımını o kadar az görebiliyor ki. Kimileri de ki bunlar çoğunluk hiç göremiyor. İşte edebiyat da o ışık çakımlarının olduğu yerde ortaya çıkıyor, sanat eserleri de.

K.B. : Bazıları söylediğiniz şeyi, insanın sonsuzu temaşa ettiği an olarak algılıyor ya da öyle söylüyor. İşte o ışık çakımı veya belki sizin tarif etmeye çalıştığınız o her neyse, bununla ve sonsuzluk arasında bir bağ kurarak bir şey sormak istiyorum: Siz peki insanın ya da yazarın ya da yazan kişinin sonsuzlukla arasında ne gibi bir iletişim bağı olduğunu düşünüyorsunuz? Ya da edebiyat, sonsuzluk arasında sonsuzluk arama çabası mı? Edebi olmak çabasıyla yazmak arasında bir bağ var mı? Ve tüm bu sorulara ek olarak sizin böyle bir çabanız var mı?

C.E.: Var tabi. Yani her şey o kadar belirsiz ve karanlık içinde ki zaten, edebiyatın derdi bu... Sadece benim edebiyatçılar derdim değil, diğerlerinin de derdinin büyük ölçüde bu olduğunu düşünüyorum ya da böyle derdi olanları ben edebiyatçı olarak görüyorum. Hakikati hiç bir zaman bilemeyeceğim hakikat sırlarla doludur. Tanrı var mı yok mu? Niye dünyaya geldik? Var olanın anlamı var mı? Öldükten sonra nereye gideceğiz? Bu soruların yanıtını asla bilemeyeceğiz. Kainatın sonuna kadar insanoğlu bunun yanıtını bulamayacak. İşte bu yanıtsızlık, bu bilinmezlik bize yazdırıyor. Çok acı verici bir şey! Niye var olduğunu bilememek, neden yaşadığını anlayamamak çok üzücü. İnsanın en büyük trajedilerinden biri budur; ama diyelim ki biz bunların yanıtını biliyor olsaydık ne olacaktı? 0 zaman böyle bir çaba olmayacaktı. Şiir yazmayacaktık, öykü yazmayacaktık, biliyor olacaktık hakikati. 0 yüzden edebiyat ve şiirde, hakikatin içinde, o karanlıkta benim gibi yolculuk yapmayacaktık. Amaç her ortamda bir iki yeri aydınlatmaktır. Karanlıkta birkaç ışık çakıp o sonsuzlukta izinizi kazımaktır. Bir anlamda karanlıkta koşmaktır edebiyat. Bu yolculuğu, bu korkusuzluğu ben çok anlamlı buluyorum.

K.B. : Okuyucuyla sizin aranızdaki bağı nasıl yorumluyorsunuz? Sizi anladıklarını düşünüyor musunuz? Bu sorumun birinci kısmı olsun. İkinci kısım da genelde bayanların sizi daha çok okuduğu yönünde bir genel kanı var. Bu konuda ne diyorsunuz?

C.E. : Yani tabi kimin beni ne kadar anladığını bilemem; çünkü tüm okurlarımı tanıyamıyorum ama gerçekten beni çok iyi anlayan bir çok insanla tanıştım; ama sonuçta ben bile bazen kendimi anlayamıyorum. Yazdıklarımın bazılarını ben bile zaman zaman tam olarak çözümleyemiyorum. Dolayısıyla bu çok derinliksiz bir mesele; ama bir yazar okur ilişkisinden çok, bir ruh yoldaşlığı ilişkisi kuruldu okurumla benim aramda. Diğer yazar-okur ilişkisinden farklı bir tür iç kan bağı oluştu. Bir duygu akrabalığı oluştu, bu farkı da görmezden gelemem. Öbür taraftan 'kadınlar mı yoksa erkekler mi beni çok okuyor?' sorunuza gelince: Önce şunu tespit etmemiz lazım günümüzde kitap okuru daha çok kadın. Bununla birlikte, diğer yazarlara oranla benim kadın okuyucularım biraz daha fazla olabilir. O da iç dünyadan yolculuk yaptığım için. Kadınlar depresyona daha yakındır. Depresyon derken 'kedere', kadınlar kendileriyle daha çok meşguldür. Okumuş kadınlardan bahsediyorum. Kafa yoran, araştıran, edebiyatla ilgilenen kadınlardan bahsediyorum. İç dünyaları ile daha çok meşguldürler. Daha öznel bir duygu dünyaları vardır. Ev içinde yaşarlar. Evin içinde ince ayrıntılara daha dönük bir hayat tarzı vardır kadınların. Erkekler daha makro yaşar, daha rasyoneldir, akılcıdır, atiktir. Dolayısıyla benim yazdıklarımla kadın dünyası birbirine çok yakin. Ben de ince ayrıntıları yazıyorum, ben de kederli ruh hallerini yazıyorum, ev işlerini yazıyorum. Kadınlar da yenilmiş ezik insanlar, benim kahramanlarım da biraz yenilmiş mağdur insanlar, bunlardan yola çıkarak evet bu anlaşılır bir bağ diye düşünüyorum. Ama bakın fuara şu anda kitap alanların yüzde yetmişi o da ezilen kimlik olduğu için kendilerini var etme çabasından kaynaklanıyor. Daha çok kitap okuyarak kendilerini geliştirme istekleri var. Erkekler iktidar olduklarını sandıkları için biraz kitaplara mesafeli bakabiliyorlar ya da daha çok tarih bilim politika üzerine yoğunlaşıyorlar.

K.B.: Peki sizi hiç okuyan olmasaydı yine yazar mıydınız?

C.E.: Valla zor bir soru. Bunu şuan cevaplayamam, çünkü böyle bir şey olmadı okundum ve yazdım. Bende ne olurdu? Gerçekten bunu tahmin edemiyorum.
Zor bir soru.

K.B. : Şiir mi? Nesir mi?

C.E.: İkisi beraber.

K.B.: Bu yüzden mi sizin eserlerinizde şiirsel metinler daha ön planda?

C.E.: Şiir çok müthiş bir yoğunluk ve şair olmak çok üst bir mertebe. Ama bazen
şiirle anlatabiliyorsunuz hakikati, bazen de nesirle.

KB.: Peki sizi yeni okuyacak birine kitaplarınızdan hangisinden başlamasını
önerirsiniz. Böyle bir sıralama yapabilir misiniz?

C.E. : Yapmak doğru olmaz. Okurun seçimine saygı duymak lazım.

K.B. : Son kitabınızın üzerine koyduğunuz fotoğraf bir tren yolu. Bu tren yolu denizde bitiyor, denizin sonsuzluk çağrışımını düşünürse; şuana kadar anlattıklarınızın sanki bir özeti.

C.E. : Evet doğru bir tanım. Çok uzun bir yolculuk en sonunda masmavi bir denize
geliyor.Denizin sonu da yok. Bu ufka doğru uzanıyor.

K,B.: Peki o denizin tanımı var mı?

C.E. Denizin tanımı; hakikat, sonsuzluk, onca çabaya rağmen hala yanıt verilmemiş sorular demek. 0 alaycı sessizlik ve o kadar yol sunuda yine kendinize çıkıyorsunuz.

K.B.: Yeni çıkan bir dergi hakkında ne söylemek istersiniz?

C.E. : Tabı ki desteklerim. Bana yakınsa, derdi varsa, tavrı varsa, aykırı bir duruşu varsa, lobilerin dışında var olmaya çalışıyorsa elimden gelen desteği gösteririm. Çok zor olduğunu düşünüyorum dergi çıkarmanın, ayakta kalmak büyük mesele. Sabit ve başarılar diliyorum, önce sabır diliyorum. Kolay değil. Dergicilik Donkişot gibi bir şey günümüzde. Bütün dergicilik yani...

K.B. : Peki biz teşekkür ediyoruz.

C.E. :Ben teşekkür ediyorum. Gayet doyurucu bir söyleşi oldu.




Cezmi Ersöz

Şair Süha Tuğtepe'yi kaybettik...



Şair Süha Tuğtepe'yi tedavi gördüğü Almanya-Hannover kentindekaybettik, Acımız çok büyüktür...

"Süha Tuğtepe" şiirimizin "vicdan sızıntısı" idi..
En verimli döneminde bu güzel insanı, dostu, harika kalemi kaybetmenin ağır matemi yüreğimizi kanatıyor...
en son konuşmamızda "durum ağır" demiştin, gel de "bağışlayın beni, bağışlayın beni..arınmak kolay değil bu ülkede" dediğin yerde arındır sözcüklerimizi, kalbimize, her zerremize çöken
derin hüznü...
İşte: Seyrekzamanlardasın artık...
"minderinle" değil, sonsuzlukla konuş şimdi...açılmamış kalemlerin, kanatların, ve sen: su kıyısına iner mi bir daha düşlerin?
inersen kalbimizi tıkla..oradasın daima...
defterin....


Bütün yarım aşklarıma:
Seyrekzamanlarda gözüme tüten:
Arıza, hayırsız, haylaz bütün yarımemnun ünlemlerime:
Yerden yere vurdukça bir paspası,
odaları süpürdükçe:
İnadına müsvettelerimi toplayıp attıkça:
Arındırdınız bedenimi.
Kurtuldum her gece ayaklarınızı ısıtmaktan.
Koku, tırnak, kirpik dolu yatağımı,
silkeleyip serdim güneşe.
Kurtuldum inceceik, pembecik ellerinizden.
Enseleriniz...
Sadece enseleriniz kaldı gözlerimin hatırında.
Enseleriniziçokseviyorum...


Şiir: Süha Tuğtepe

Portakal kokulu şehir

Deniz sonsuzluğa sürükler insanı. Tarif edilmez bir enginliğe kanat çırpar içiniz. Bırakırsınız kendinizi maviliğin derinliğine. Yeşili özlersiniz ama hemen. Dörtyol'u özlersiniz...

Baharda yanınızı yörenizi saran, içinizi serinleten 'portakal kokusu' Dörtyol'a girdiğiniz andan itibaren size yoldaşlık eder. "Portakal Kokulu Şehir" diye anarız bu yüzden onu.

İnsana varlığın güzelliğini hissettiren her şey vardır Dörtyol'da. Yeşilin albenili tonları, enginliğine gökyüzü, derinliğine mavilik ve başı yücelerde dağlar. Onlarla nefes alır verir, onlarla güzelliğin tadını çıkarırsınız. Doğanın ihtişamı hareketsiz kalmanıza izin vermez. Deprendirir sizi, coşkuyla sarılırsınız yaptıklarınıza.

Daha yol başında şaşırtan bir çekicilikle karşılar sizi Dörtyol*. Her noktasında keşfedilmeyi bekleyen bir güzellik, bir ilginçlik saklar. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemezsiniz. Dört mevsimi yaşarsınız her an. Yalnızlık nedir bilmezsiniz, yok nedir bilmez.

Ana kucağı gibi sarmalar sizi, bütün gam, kasavet sıyrılır üstünüzden; yeniden doğmuş gibi olursunuz. Güzelliklerle belenmiş bir bebek gibi alır, doğanın cıvıltısı içerisinde sallar sizi bir Beşik’mişçesine. Göl gibi telaşsız, sakin ve dinginsinizdir; tadını doya doya almak için doğanın. Beşikgöl'dür; kalbidir Dörtyol'un. Kalpten seversiniz onu, gümrah ırmaklarında taşarak.

----------------------
* Hatay-Dörtyol

Türk Edebiyatının Özgün Gelişimi

Türk yazın akımının gelişimindeki özgün eğilimler

Akım sözcüğüyle nitelenen ve daha çok bir ulusun sanatçılarının değişik arayışlarının yol açtığı kümelenmeler biçiminde ortaya çıkan eğilimleri, sayılan akımlarla eşdeğer tutmamak gerekmektedir. Bunlar, genel olarak sayılan akımlar içinde yer alan, özel olarak da her ulusun kendine özgü koşulları içinde ayrıntıları değişen, o ulusun kültürüyle biçimlenen sanat tutumları olarak görülmelidir. Ayrıca, özellikle şiirde, kimi zaman kısa süreli, aynı sanat akımına bağlı değişik kümelenmeler bile görülmektedir. Bütün yazın türlerinde de benzeri oluşumlara rastlanabilir. Sözgelimi Milli Edebiyat Akımını genelde gerçekçilik içinde ele almak gerekir, ama özelde Türkçülük anlayışından ayrı düşünülemez. Yine aynı akım içindeki Refik Halit Karay’ı ise Türkçülük anlayışına bağlamak olanaksızdır. Sonra Fecr-i Ati, görünürde Edebiyat-ı Cedide’ye tepkidir, ama onu aşamadığı gibi, kısa sürede onun içinde erimekten de kurtulamaz. Buradan şöyle bir sonuca varabiliriz: Edebiyat-ı Cedide, Milli Edebiyat, Garip, İkinci Yeni gibi, Türk yazınının bellibaşlı akımları saydığımız devinimler, hem evrensel yazın akımlarının etkileri, hem de Türk toplumunun tarihsel gelişim sürecinde toplumsal değişmelerin, düşünce akımlarının Türk yazınına yansıması açısından değerlendirilmelidir. Bu oluşum altyapı-üstyapı ilişkilerinin, kültürel gelişmelerin bütün karmaşıklığını taşır.

Bu nedenle konuya, salt evrensel yazın akımları açısından değil, Türk yazınının gelişim sürecinde bir kendine özgülük taşıyan eğilimler açısından yaklaşmayı deneyeceğim.

Divan yazınında, günümüzdeki anlamıyla, akımların varlığından söz edilemez. Daha doğrusu divan yazınının kendisi, dayandığı dinsel nitelikli dünya görüşü, kurallara bağlanmış biçemi, yinelenen mazmunlarıyla başlı başına tek bir akımdır. Altı yüz yılı aşkın gelişim sürecinde, biçim yetkinliğine, söyleyiş ustalığına ulaşmış ozanların çevresinde ya da izinde kümelenmeler görülür yalnızca. Nazirecilik bunun en somut görünümüdür. Yazın tarihlerinde rastlanan Baki okulu, Nedim okulu gibi nitelemeler bu açıdan değerlendirilmelidir. Toplum yapısını altüst edecek dönüşümlerin gerçekleşmeyişi ve dine dayalı dünya görüşünün egemenliği sanatta, gerek öz gerekse biçim açısından yeni oluşumları önler. Yeni gibi görünen arayışlar, eğilim düzeyini aşamadan, divan yazınının ilkeleri, başka deyişle kalıpları içinde dönenir durur.

Divan edebiyatındaki durum

Bu eğilimlerden özellikle ikisi üzerinde durmak gerekmektedir: Sebk-i Hindi ve yerlileşme eğilimi.

Sebk-i Hindi, Hint tarzı, Hint biçemi demektir. Hindistan’da, Babürlü Hint-Türk hükümdarlarının saraylarında Farsça yazan ozanlarca geliştirilmiş, XVII. yüzyıl divan sanatçılarından Nef’i, Naili, Neşati, Nabi gibi ozanlar, bütünüyle bu akım içinde yer almamakla birlikte ondan etkilenmişlerdir. Böylece, Sebk-i Hindi’nin, "Bilmeceyi andıran karmaşık mazmun ve anlatımlar, hayal oyunları, güçlükle anlaşılır, beklenmedik ve alışılmamış benzetmeler, sentetik bir şiir dili" (Fahiz İz) olarak sıralanabilecek özellikleri, divan şiirinin kalıplarını kırmak yerine bu kalıplarla oynamak ustalığına yol açmıştır denilebilir. Bir bakıma bu, şiiri bütünüyle zihinsel çalışmanın ürünü yapıyor, çevreden, yaşamdan kopararak düşünceyle sınırlıyordu. Şiirde bilgece tutumun, atasözlerini kullanmanın, özdeyiş niteliği taşıyan dizeler düzmenin yaygınlaşması da bunun sonucudur.

Yerlileşme eğilimini ise biçim ve öz açısından iki ayrı düzeyde ele almak gerekmektedir. Biçimde yerlilik, dilde, söyleyişte yabancı sözcüklerden kaçınmak, Türkçe'ye yönelmek olarak özetlenebilir. Türki-i Basit (Basit Türkçe) adı verilen bu akımın temsilcileri XVI. yüzyıl ozanlarından Tatavlalı Mahremi ile Edirneli Nazmi’dir. Nazmi’nin Basit Türkçe şiirleri 45.000 beyti aşan divanına serpiştirilmiştir. Fuat Köprülü, Nazmi’nin bu yoldaki şiirlerini seçip divan biçiminde yeniden düzenleyerek "Divan-ı Türki-i Basit" adıyla yayımlamıştır (1928). 285 manzumeyle 56 müfretten oluşan yapıttaki şiirlerin sanatsal değer taşıdığını söylemek güçtür.Konular divan şiirinin konularıdır, ölçü olarak da aruz kullanılıştır. Ama gerek sözcük dağarcığı, gerekse ad ve eylem bildiren sözcüklerin çekimleri bakımından bu şiirlerin değeri yadsınamayacağı gibi Arap-Fars etkisindeki divan şiirine bir tepki olduğu da gözden uzak tutulamaz. Ayrıca Türkçe'ye yöneliş, Nazmi’yi, halk şiirlerinde çokça görülen cinas örneklerine itmekle kalmamış, benzetmelerde yaşadığı çevreden, yaşamdan yararlanmasına da yol açmıştır. Yine de,

"Yargılanmak umusun komayalım gel Nazmi
Ki çalap kullarını suç ile yindek karamaz"


benzeri, yabancı sözcükler kullanmadan, salt Türkçe şiirler yazılabileceğini de kanıtlamayı amaçlayan bu eğilim yaygınlık kazanamaz. Bunun nedeni, yalnız anılan ozanların güçsüzlüğünde değil, yetiştikleri çevrede, içinde bulundukları yazın ortamında, divan şiirinin dünyasından kopamayışlarında da aranmalıdır.

XVIII. yüzyılın sonunda Nedim’le belirginlik kazanan yerlileşme eğilimi ise öze ilişkindir. Nedim’in divan şiirine yenilik getirdiğini söyleyenler, kalıpları kırdığını, bilinen mazmunlarla yetinmediğini, yaşamı yansıttığını, yalın, akıcı bir söyleyişi olduğunu; şiirlerinde neşe ve alayın, ten zevkinin dile getirildiğini söylerler. Ama ondan önceki divan şiirine bakıldığında, bu sayılanların hiç de yeni olmadığı görülür. Dahası Nedim’deki neşeyi ve alaycılığı Baki’de bile bulabiliriz. Hele Rumelili ozanlarda yerlilik, neredeyse genellenebilecek bir özelliktir. Kısacası Nedim’i gelenekten koparmak olası değildir. Ama onun şiirini, divan geleneği içine oturttuktan sonra "kendi içinde ele alacak olursak, onda kendisinden önce gelenlerden, hatta çağdaşlarından ayrılan, realite ile hepsinden başka ve çok daha sıcak bir şekilde kaynaşmış bir tarafın da bulunduğu görülür" (A.H. Tanpınar).

Başka bir söyleyişle Nedim, dış dünyadan aldıklarını duyduğu gibi verir. İzlenimlerini ve gözlemlerini soyutlaştırarak bir süs biçiminde kullanmaz. Minyatürle resim arasındaki ayrım neyse, kendinden öncekilerle Nedim arasındaki ayrım da odur. Yeni mazmunları, yeni benzetme ve buluşları bir yana, divan yazınının ölü sevgilisini canlandırır. Onunla kendisi arasında öyle bir ilişki kurar ki, dünya dışı varlığın kıpırdadığı, soluk aldığı görülür. Asıl yeni olan da budur. Nesnelerle, genel anlamda dünyayla kurulan bağ, yaşama karşı takınılan tutum onu yeni yapar. Nedim’in şarkı biçimini yeniden canlandırması, bu biçimin en güzel örneklerini vermesi de bu tutuma bağlanmalıdır. Yansıttığı dünya ne ölçüde gerçekse, gerçekliğe yaklaşırsa; duyguları ne ölçüde içten ve yürekten geliyorsa, dili de o ölçüde gerçeğe yaklaşır. İstanbul Türkçesi’nin en güzel örnekleri sayılabilecek,

"Sen böyle soğuk yerde niçin yatar uyursun
Billahi döğer dur hele dayen seni görsün
Dahı küçüceksin yalınız yatma üşürsün
Serd oldu heva çıkma koyundan kuzucağım"


benzeri yüzlerce dize buna örnek gösterilebilir. Ayrıca divanında rastlanan heceyle yazılmış bir türkü, tek örnek olsa da, kimi denemelere giriştiğini göstermesi açısından ilginçtir.

Ama Nedim’in açtığı bu çığır da yaygınlık kazanamaz. Geleneğin dışına çıkamaz çünkü. Ardında onu hazırlayan ya da dayanabileceği yeni bir düşünce devinimi, kültürel bir birikim yoktur. Lale döneminin (1718-1730) ozanıdır ve dönemin Patrona Ayaklanma'sıyla kapanması onun da sonu olur. Bir başka büyük ozanın, Şeyh Galip’in (1757-1799) Nedim öncesi şiirle bağlantı kurması ve Sebk-i Hindi’den etkilenmesi, onun şiirinin yanlış yorumlanmasına, salt uçarı özüyle ve dış görünüşüyle alınmasına yol açar.

Halk yazın akımı - Yunus Emre

Divan yazını, halk yazını biçiminde iki kümede incelediğimiz eski Türk yazınında tasavvufla (gizemcilikle) beslenen bir yazın akımına özel yer ayırmak gerekmektedir. Yunus Emre’ye bağlanan gizemci halk yazınıdır bu. Bir düşünce akımına dayanması, ortak temler çevresinde ortak söyleyişlerle birbirine bağlanarak gelişmesi ve belli bir inanca bağlı olanlarca benimsenip sürdürülmesiyle halk yazını içinde ayrı bir yer tutmakla kalmaz, bir akım, bir çığır niteliğini de kazanır. "Bu edebiyatın ürünlerinden bir bölüğü uyarıcı ve öğreticidir. Bir bölüğü ise, tasavvuf neşvesi içinde ilahi bir inancın heyecanıyla yazılmış, özelliği ve içtenliği bütün halkın zevkini okşayagelmiş tekke şiirleridir" (A.S. Levend). Denilebilir ki, bir din felsefesi sayabileceğimiz tasavvuf, divan yazınında olduğu gibi, halk yazınını yalnız etkilemekle kalmamış, halk yazını içinde gelişen bir akımın temelini oluşturmuştur.

Türk yazın tarihine ilişkin çalışmalarda bu konu gereğince değerlendirilmemiş, türsel nitelikleri açısından yazın ürünlerini sınıflamakla yetinilmiştir. Oysa gizemci halk yazını içinde değerlendirdiğimiz ürünleri verenlerin toplumsal konumlarını, kişiliklerini göz ardı etmemek gerekir. Bu ozanlar bir tarikata bağlıdırlar, şeyh ya da derviştirler. Aşık tarzını benimseyenlerin bile bir eğitimden geçtikleri bellidir. Üstelik şiiri inançlarını, inandıkları doğruları yaymada bir araç olarak kullanmaktadırlar. Halk yazınını, seçmelerinin nedeni de budur. Başka deyişle, halk yazını içinde yetişmemişler, amaçları gereği halk yazınına yerleşmişlerdir. Anadolu gezimci halk yazınının babası saydığımız Yunus Emre’nin yetiştiği dönemi, XIII. yüzyıl Anadolu’sunun toplumsal görünümünü anımsamak bunu yeterince kanıtlar.

Beyliklere bölünmüş, Moğol yayılması sonucu kargaşa içindeki Anadolu’da dervişlerin başarıya ulaşmaları, gezemcilik düşüncesini yaymaları ve halkı tarikatlar çevresinde toplamaları onun dilini, onun yazınını kullanmakla olsaydı. Nitekim yaşamı bilinmemekle birlikte, şiirlerinin düşünsel yapısından, Yunus Emre’nin de halk ozanı tipine sokulamayacağı kolayca anlaşılmaktadır. Dili, söyleyişiyle halk ozanı olan Yunus, özüyle sözcüğün gerçek anlamında bir düşünürdür. Akımın başlıca ozanları Aşık Paşa, Eşrefoğlu, Nizamoğlu Seyyid Seyfullah, Himmet (Bolulu) de medrese öğrenimi görmüş, divan yazınını, Arapça ve Farsça’yı bilen aydın kişilerdir. Hepsi de şeyhlik katına yükselmişlerdir.

Yunus Emre’ye bağlanan gizemci halk yazınının, ayrıca tarikatlar çevresinde, başlıca iki kolda geliştiği görülür: Melami-Hamzavi halk yazını, Alevi-Bektaşi halk yazını. Bunlardan birincisi, akım niteliğini korurken, melamilik ve hamzaviliğin ilkeleriyle sınırlanarak bir zümre yazını biçiminde gelişir. "Tek sözle söylenmesi gerekirse bu edebiyat, aşka ve cezbeye, fakat akıllıca cezbeye ve bilgiye dayanan ağırbaşlı, biraz da Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerle karışık bir edebiyattır" (Abdülbaki Gölpınarlı). Hacı Bayram-ı Veli, Dukakinzade Ahmet, Ahmet Sarban, Kaygusuz Vizeli Alaeddin, İdris-i Muhtefi, Emir Osman Haşimi, Muhyi, Oğlanlar Şeyh İbrahim, Gaybi Sunullah bu yolda ürün veren ozanların başlıcalarıdır.

Alevi-Bektaşi yazını

Alevi-Bektaşi halk yazını ise daha değişik bir nitelik taşır. Aleviliğe ve Bektaşiliğe özgü terim ve deyimlerin kullanılması, tarikat ilkelerinin dile getirilmesi, şiirlere Şii-Batıni inançların egemen olması gibi özellikleriyle tasavvufi halk yazını içinde özel bir yer tutarken; yaşama sevincini, doğa segisini, dünyaya bağlılığı dile getiren ürünleriyle de din dışı halk yazınına bağlanır. Bunun nedeni, Alevilik ve Bektaşiliğin tarikat olarak daha çok kırsal kesimlerde yaygınlık kazanmasıdır. Tarikatın bu özelliği Alevi-Bektaşi ozanların ürünlerine de yansır. Eytişimsel bir gelişim sonucu dinselle din dışı olan bir noktada kesişir. Ozanların kırsal kesimden oluşu, halk yazını geleneği içinde yetişmeleri de bu durumu besler. Böylece Alevi-Bektaşi şiirleri ikili bir görünüm kazanır. Sözgelimi Pir Sultan Abdal;

"Pir Sultanım aydur dünya fanidir
Kırkların sohbeti aşk mekanıdır
Kusura kalmayan kerem kanıdır
Gönlünde karası olan gelmesin"


derken bir Alevi-Bektaşi ozanıdır; ama,

"Dağdan kütür kütür hezen indirir
İndirir de ateşlere yandırır
Her evin devliğin öküz döndürür
İrençberler hoşça tutun öküzü"


diyerek toprağa, doğaya bağlı bir halk ozanı oluverir. Bir akım görünümündeki tekke şiirinin, halk yazını içinde ele alınan ürünlerinin çoğunun Alevi-Bektaşi kökenli olması da buna bağlanmalıdır.

Derleyen : Ergin BOZKURT

ŞİİRİN KONSOMATRİSLERİ

(Şair Oligarşisinin Yerel İzdüşümü)

Image Şiir ile şair arasındaki ilişki, pek çok boyutuyla irdelenebilir: Özne-nesne ilişkisi, mülkiyet ilişkisi, ontolojik bağlam ilişkisi… Biz, bu yazıda, şairin yaşam pratiği ile şiirin ilişkisi bağlamında, şiir üzerinden erk elde etmek için çırpınan şair oligarşisini çözümlemeye çalışacağız.
Şair, şiir yazarak kendini gerçekleştirir; ontolojik bir anlam kazanarak kendini sürekli yeniden üretir. Küçük burjuva şairlerini ve gerici şairleri bir kenara koyarsak, toplumcu (sosyalist) şairin şiir yazmasında bundan öte amaçlar olmalıdır.
Nesnel gerçekliğin, şairin imgeleminde dönüştürülerek öznel olarak dışsallaştırılması olan şiir, toplumcu şairin kendisiyle beraber toplumu dönüştürmek için bir araçtır. Toplumcu şair, toplumun bilinç düzeyini ve estetik algı seviyesini arttırmak ve sınıf bilincini yaymak durumundadır. Bunu yaparken, didaktizmin tuzaklarına karşı uyanık olmalı ve şiirin politik bir araç olduğu kadar estetik bir amaç olduğu gerçeğini ıskalama malıdır.

Toplumcu şair, devletin sönümlendiği komünist dünyayı hedefler ve bu yolda çabalar. Devlet denilen aygıt, egemen sınıfın emekçi sınıf üzerinde erk elde etmek için kullandığı bir baskı aracı olduğuna göre, devletin sönümlendiği, bireyler arasında hiyerarşik bir yapının olmadığı sınıfsız dünyayı hedefleyen toplumcu şairin, şiir üzerinden bireysel erk elde etmek gibi bir derdi olamaz, olmamalıdır. Çünkü erk elde etmek, ötekini ast durumuna getirmek demektir. Toplumcu şairin şiir üzerinden bireysel erk elde etmeyi amaçlaması, her şeyden önce ideolojik yapısıyla çelişmesi demektir.
Toplumcu şairin erk bağlamındaki talebi, kendi sınıfı proletaryanın burjuvaziye egemenliği ve sonrasında sınıfsız topluma geçmek amacı doğrultusunda, toplumcu şiirin (günümüzde toplumcu şiirin evrildiği imgeci toplumcu şiirin), küçük burjuva şiiri ve gerici şiir karşısında baskın olup okur potansiyelini arttırmak yönünde olabilir, olmalıdır. Ve/ama toplumcu şairin şiir üzerinden bireysel erk elde etmek amacında olması, Marksizmi içselleştirip yaşam pratiğine dökememiş, solculuğu da şairliği de bir etiket olarak gören sığ(ır) şahısların işidir…
Bu açımlamadan sonra gelelim şiirin konsomatrislerine… Aslında şiirin taşrası yoktur. Her ne kadar kültürel etkinliklerin niceliksel yoğunluğu, belirli büyük kentlerde toplanmış olsa da, pekâlâ küçük bir kentimizden, şiirimizin gündemini belirleyen dergiler çıkabildiği gibi çok nitelikli şairler de çıkabilir, çıkmaktadır. Ve/ama küçük kentlerde, şairlerin niceliksel yapısı gereği, yani ulusal çapta tanınan ve şiirimizde kendine yer edinmiş şairlerin sayıca azlığı nedeniyle, kentin en tanınmış şairi etrafında, sarmal bir yapı içeren bir erk mücadelesi vardır.
Bu sarmal yapının merkezindeki ulusal çapta tanınan şair, yerel gündemde çeşitli unvanlarla bol pohpohlanır. Ne de olsa koyunun olmadığı yerde keçi Abdürrahman Çelebidir… Bir de bu şairin yardakçıları vardır. Yani bu şaire yakın durarak kendilerini önemli saymaya çalışan şair müsvetteleri.
Bunlar, ulusal çapta tanınan şaire yağ çekerek onunla birlikte oligarşik bir yapı oluştururlar. O şaire yaltaklanarak, onun nüfuzu üzerinden çeşitli yayınevlerinden uyduruk kitaplarını yayımlatırlar. Yerel gazetelerde şair kimliği ile berbat köşe yazıları yazıp dandik sanat sayfaları düzenlerler. Daha da ötesi, bu oligarşik yapıdakiler, iki kadeh teklif eden her yere gidip uyduruk şiir dinletileri verirler. Bunlar rakının yanına iyi meze olurlar.
Şiir üzerine iki tümce edebilecek kadar kuramsal birikimleri olmadığı, manzumeyle şiirin farkını dahi bilmeyip ucuz manzumelerini şiir diye yayımlatma gafletinde bulundukları halde, şiirin rantını tepe tepe yerler. Çünkü onlar için şiir, konformist beklentilerinin aracıdır. Boyaları dökülen şair maskelerinin ardında, mikro iktidar elde ederek yerel yapının maddi ve manevi kaynaklarını sömürmektir asıl amaçları. İki kadeh beleş rakı içmek ve kof unvanların arkasına sığınıp yerel gazetelerde masa kapmaktır dertleri. Sonra bir de hiç utanmadan “toplumcu şairim” demezler mi?
Şiir üzerinden elde ettikleri erkin sembolü, yakalarındaki şair rozetidir. Her ne kadar alınlarında “eşek” yazsa da, bu rozetle kendilerini toplumun üzerinde görürler. Ne de olsa rozetleri onlara düşledikleri pek çok küçük kapıyı açmaktadır.
Bunlar, kentte şiir adına nitelikli bir çıkış görünce hemen tedirginliğe kapılırlar. Oligarşik yapıları, yok sayma taktiği ile savunmaya geçer. Çünkü zavallı var oluşları, bu uyduruk erk üzerindendir ve maskeleri düşünce ortaya kocaman bir hiç çıkacağını çok iyi bilirler.
Onlar, şiirin konsomatrisleridir. İki kadeh rakı ve ayaklarına kadar gidip onları alacak araba vaat ederseniz oturma odanızda size de şiir dinletisi verirler.

SERKAN ENGİN

Şehir Dergisi Kasım 2006

CEMİL MERİÇ'İ ANLAMAK


Cumhuriyet sonrası Türk düşünce ve edebiyat hayatı açısından önemli köşe taşları vardır. İdeolojisi ne olursa olsun, bu insanları okumayan herhangi bir kişi, entelektüel olamaz; hatta donanımlı bir akademisyen bile olamaz. Çünkü bu coğrafyanın kültürel birikimi bu insanlarda kristalize olmaktadır ve dolayısıyla onlar anlaşılmadan Anadolu’nun zaman ve mekân tasavvuru geliştirilemez. Bu isimlerden biri de Cemil Meriç’tir.

Sezai Karakoç, “Batı Şiirlerinden Çeviriler” isimli eserinde, “Bizim işimiz bir kibrit çakmak; dünyayı yakmak için değil, dünyayı ışıtacak meşaleyi tutuşturmaya kendi çapımızda yardımcı olmak için.” (s. 9) demektedir.

Meriç’in, insanı ve dünyayı aydınlatacak meşaleyi tutuşturmak için ıstırap içerisinde yaşadığını söylemeliyiz. Ancak insanı ve dünyayı aydınlatmaya çalışırken, kâinatı da aydınlatabilmiş midir diye de sormalıyız.

Osmanlı’nın çöküşü ve Cumhuriyet’in kuruluş yılları Anadolu için en kırılgan bir zaman dilimidir ve bu kırılganlığın dalgaları günümüze kadar da gelmektedir. Bildiğiniz gibi Osmanlı bir dünya devleti idi. Dolayısıyla böyle bir devletin boyutlarının derinliğini en çok düşünürler hissedebiliyordu. Bir yanda Osmanlı’nın tarihi misyonu ve gerçekliği, diğer yanda Cumhuriyet’in idealleri vardı… Aydınlarımız bu ikilemi sürekli yaşamışlardır. Ayrıca ikilem bu coğrafya ile sınırlı değil, aynı zamanda Doğu-Batı ve Ortadoğu İslâm Dünyası arasında da devam etmekteydi.

Mehmet Ali Kılıçbay’ın fikir çevresi tarafından yayınlanan Doğu Batı Dergisi’nin Mayıs-Temmuz 2000 tarihli 11. sayısının kapağında Türk düşünce serüveninin “Âraftakiler”den oluştuğu vurgulanmıştı. Kimdir bunlar?

Başta Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, İdris Küçükömer, Mehmet Ali Aybar, Hasan Âli Yücel, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Oğuz Atay, Erol Güngör gibi kişilerdi. Ben Yahya Kemal’i de bu listeye eklemek isterim.

Cemil Meriç, üç tip insandan bahseder: Hayvan insan, dramatik insan, ideal insan. İşte dramatik insan, ârafta kalan insandır; ilahiyat terimiyle söylersek havas olan insandır. İnsan zihnin idrakiyle bir noktaya kadar yükselir, ama aşması gereken bir eşiği aşamazsa geriye doğru da gidemeyeceğinden dramatikleşmeye başlar. Dramatik insan ancak kalbin idrakini devreye sokabilirse işte o zaman büyük bir sıçrama yapabilir ve kalbin aşk enerjisiyle dünya ötesi kâinat içerisinde sonsuzluğa ulaşabilir.

Yukarıda saydığımız isimlerden Nurettin Topçu bu sıçramayı yapabilmiştir. Nasıl? Abdülaziz Bekkine’yi bularak… Çünkü kalbin anahtarının sahibini bulmak lazımdır. Necip Fazıl ârafta kabul edilmez ama o da Abdülhakim Arvasi’yi bulduktan sonra istikrara ve dinginliğe kavuşmuştur. Cemil Meriç de bu anlamda arayış içerisinde olmuştur; Mevlâna Hazretleri ve Bediüzzaman Said Nursî’den övgüyle bahsetmiştir, Kenan Rifâî’nin aşk perspektifinden etkilendiğini günlüğüne yansıtmıştır, ama bildiğimiz kadarıyla maalesef ya bulamamış veya bağlanamamıştır. Çok çok daha güçlü projeksiyonları olan bir Cemil Meriç ile karşı karşıya kalabilirdik.

Meriç’in perspektifi daha çok ontolojiktir, varoluşsaldır. Varlığı idrak etmek istemektedir ve var olanları uyarmaktadır. Ama kozmolojik ve kısmen de epistemolojik zeminin zayıflığı onun çilesini artırmıştır.

Düşünürler, edebiyatçılar, irfan sahibi insanlar, insan için üç temel önermeyi vurgularlar:

1) İnsan bir yolcudur.

2) İçimizdeki asil insanlarda çilekeşliğin bir sonucu olarak saflık ve iç mükemmeliyeti ihtiyacı ve buna bağlı olarak kendi öz ahlâkî güzelliğin dinmez susayışı vardır.

3) İnsan her zaman âşıktır.

Doğu, Batı veya İslam klasikleri olsun, hemen hemen bütün klasik eserlerde bu üç temayı görebiliriz. Mesela Dante’nin İlahi Komedya’sının bu üç tema etrafında geliştiğini söyleyebilirim.

Cemil Meriç’te insan yolcudur; mükemmeliyeti arar; “idealar âlemindeki kadın” dediği Lamia Hanım’a âşıktır ama ona göre insan her zaman âşık değildir.

Meriç’in dramatik yönüne biraz da psikoloji penceresinden bakmak isterim:

Balkan Savaşları sırasında anne ve babası Dimetoka’dan Hatay’ın Reyhanlı bölgesine göç ediyorlar. Bu göç psikolojisi anne ve babasında psikolojik hasarlara neden oluyor ve bu etki Meriç’e olumsuz bir miras olarak kalıyor. Meriç, babasında şizofrenik belirtilerden bahseder. Annesi ise yaşadığı yıkıcı göçlerin etkisiyle kocasına ve oğluna karşı sevgisiz ve ilgisiz kalmıştır. Böylece göç travması nedeniyle genetik hasar ve hasta anne faktörüyle çevresel hasar ile karşı karşıyadır Meriç. Eğer anne yetersiz ise, sevgi yatırımı sonuçsuz kalır ve çocuğun kendine verdiği değerde de bir azalma yaşanır. Bu azalma Meriç’in patolojik narsizminin bir nedenidir. (Murat Beyazyüz’ün “C. Meriç’in Psikolojisi” isimli eser incelenebilir.)

Meriç kendisi için cesaretle şöyle der: “Yaralandım, yaralandım, yaralandım. Ben ezeli bir mağdurum. Başka bir ülkede doğmalıydım. Başka bir ülkede veya başka bir çağda, en iyisi hiç doğmamalıydım. Anlaşılmadım, Anlaşılmadım, Anlaşılmadım. Hiçbir kavgam zaferle taçlanmadı.” (Jurnal, II/289) Başka bir yerde de, “Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisidir, sürekli ezilmiştir, horlanmıştır, aslında büyük bir teorisyen olacaktır; ama buna izin verilmemiştir.” Meriç’in bu sözleri doğruluk payı taşımaktadır; eziyetli bir çocukluk ve yetişkinlik dönemi geçirmiştir ve gerçekten büyük bir yetenek olduğu halde fırsat yoksulu yaşamı olmuştur.

Cemil Meriç’i önemli kılan unsurlar nelerdir? Türk Düşüncesi’nde niçin önemlidir veya niçin zaman geçtikçe daha çok okunmaktadır?

Bu soruların cevabını kendisinin şu sözünde bulabiliriz:

“Heykel kadar kuvvetli, Eyüp kadar sabırlıyım.”

Kuvvetli ve sabırlı olması dolayısıyla Meriç, düşüncesinde son derece dürüst ve cesurdur. Samimiyetini nereden anlayabiliriz: Jurnal’inde kendisini jurnallemesinden…

Çok renkli düşüncesinin bir prizmadan geçebilmesini arzulamıştır. Bu arzusu yeterince gerçekleşememiş olsa da Meriç, Türk düşünce hayatımızın gökkuşağıdır.

Meriç’i tanıyabilmek için tavırlarını bazı isimlerle karşılaştırabiliriz: “Üslubuyla Sinan Paşa, tecessüsü ile Ahmed Mithat, ıstırabıyla Ahmet Haşim ve Peyami Safa, inanmışlığıyla Mehmet Akif, mağrur öfkesiyle Necip Fazıl, şüpheciliğiyle Beşir Fuat, tezatlarıyla Abdullah Cevdet, âsiliğiyle Nazım Hikmet, çığlığı ve iradesiyle Bediüzzaman Said Nursi, huzursuzluğu ile Tanpınar, namusluluğuyla Kemal Tahir, zaafları ve hayal kırıklığıyla Celal Sıla’ydı.” (Faruk Deniz, Anlayış, sy. 50, s. 83)

Meriç, Batı’nın dışa dönük şiddet yüklü aktif pratiklerine karşın, Doğu’nun içe dönük pasif pratiklerini tercih etmektedir. Doğu edebiyatıyla da bunun için ilgilenmiştir. Doğudan kalkıp batıya giden, tekrar doğuya dönebilen, kültürden irfana seyreden, uygarlıktan umrana dönebilen Meriç, Türk düşünce tarihinin önemli bir köşe taşıdır. O hakikat arayışını Mezopotamya Bölgesi olarak İslâm Medeniyeti’nde sürdürmüştür.

Doğu fikrinin de etkisiyle, münzevi bir insan, kalp ve vicdan adamıydı. Ve önemli bir özelliği de, cesaretle yalın olmaya çalışmasıydı.

Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Devam ederken değişmeyi, Değişirken devam etmeyi bilmeliyiz” ifadesini en doğru yaşayan kişiydi Meriç. Bundan dolayı da, Muhammed İkbâl’in “Ölüm güç, lakin hayat daha güç” dediği gibi, onun hayatı çileli olmuştur.

Meriç’in medeniyet perspektifi hakkında şunları söyleyebiliriz:

Cemil Meriç, şehirli asil bir insandı; dolayısıyla hayatında sürekli medeniyet zemini arayışı olmuştur. O medeniyetin temelinin dine dayandığını vurgulamış ve bundan dolayı da kendisini İslâm Medeniyeti’ne ait saymıştır.

Bu hassasiyetinden hareketle çağdaşları olan aydınlar için, "Bizim aydınımız din düşmanı değil, İslam düşmanı." demiştir. Ve yine onun ifadesine göre, "Gerçek bir insan olmak, gerçek bir Müslüman olmaktır."

Onda "İslam; Sinan’da kubbe, Baki’de şiir, Itri’de beste olarak görülmüştür." Ben bu bakış açısının Yahya Kemal’le paralel olduğunu düşünüyorum. Bugün de bu bakışı belirli ölçülerde Hilmi Yavuz’da görebiliriz.

Meriç, romanın Batı uygarlığına ait olduğunu söylerken de aynı perspektifini ortaya koyar ve “bizim romanımız Mesnevi'dir” der. Bu bakış açısından hareketle, bazı edebiyat eleştirmenlerinin “Türk romanının gelişmesini biraz da Cemil Meriç öldürdü.” yargısına katılmak mümkün değildir.

Cemil Meriç’in “Batı’nın kırıntıları ile adam oldu” tanımlamasıyla Ziya Gökalp eleştirisi bile, kendi medeniyet perspektifinden dolayıdır.

Meriç, medeniyetin sadece bir unsuru ile uğraşırsak bu unsurun zamanla marjinalleşeceğini söyler. Oysa medeniyetimizi tüm unsurları ile savunmalıyız. Bu görüşünden hareketle, Edward Said’den daha şiddetli vurguyla, oryantalizmin “sömürgeciliğin keşif kolu” olduğunu söyler ve oryantalistlere karşı kültür ve medeniyet kalkanını kuşanır.

Kızı Ümit Meriç’in ifadesiyle Meriç, “İlim Çin’de de olsa arayınız” emrine uyan, Fransız düşüncesinden Hint Felsefesine, Rus romanından İran şiirine kadar dolaşmış, kendi ülkesinin irfanında karar kılmıştır. Yine Ümit Meriç’e göre Cemil Meriç, az gelişmişlik yaftasını Osmanlı’nın göğsüne yapıştıran Avrupa’ya ciddi bir isyandır.

Murat Belge’nin Türkiye’de tornadan çıkmayı reddeden bir kişi olarak nitelediği Cemil Meriç inancıyla, duygularıyla, hatalarıyla, sevaplarıyla bir insandır. “İnanıp inanmadığımı bilemiyorum. Müslümanım, Müslüman bir çevrede doğdum. Ancak ne kadar inanıp inanmadığımın cevabını mahşer günü bileceğim.” diyen düşünürün vefat öncesi koridorda yankılanan son sözleri, “Allah, Allah, Allah ve Muhammed sevgilimdir” olmuştur.

Yazımı, Jurnal’de yer alan “Yapraklar” başlığından bir alıntıyla bitirmek istiyorum:

Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü. Sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı. Hakikat, mukaddeslerin mukaddesi… Hakikat ve sevgi.

Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik, bu cinayet hepimizin eseri, hepimizin yanı aydınların.

Amacım: Yazarı okuyucudan ayıran bütün engelleri yıkmak, sesimi bütün hiziplere duyurmak. Şuurun, tarihin, ilmin sesini… Öyle bir ifade yaratmak istiyorum ki, Türk insanının uyuşan şuuruna bir alev mızrak gibi saplansın. Sanatla düşünceyi kaynaştıran İsrafil'in suru kadar heybetli bir dil.

Türk İslam Medeniyeti ahlaka, feragate dayanan bir medeniyettir. Gerçekleştirdiği değerler edebiyattan da, felsefeden de, ilimden de muazzez. Ben bu mazlum medeniyetin sesi olmak istiyorum. Korumak istediğim şaheser: insanın kendisi. Tarihine vecdle eğildiğim bu büyük, bu gerçek, bu mert insanı Osmanlı yaratmış ve yaşatmış. Kendini tanımak irfanın ilk merhalesi.

Düşünenin görevi insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak: Kızmadan, usanmadan irşat. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.”

Ay Vakti Aylık Kültür Edebiyat Dergisi Sayı:105 Ahmet Albayrak